İnsan beyni, öğrenmeyi kolaylaştırmak için her şeyi kutulara yerleştirmeyi sever. Duyguları, nesneleri, insanları, hatta hayalleri bile… Bu sayede karmaşık dünyayı kendimiz için daha anlaşılabilir kılarız. Yeni bir kavram, olay, durum yada insanla karşılaştığımızda onu daha önceki bilgilerimize benzetir, zihnimizin çekmecelerine yerleştiririz. Kategorize eder, her birinin üzerine etiketler yapıştırırız. Böylece anlamak kolaylaşır, belirsizlik azalır.
Beynimiz tüm verileri kategorize ederken, bize kolaylık ve güvenlik sağlamayı amaçlar ancak bu durum aynı zamanda bizi sınırlar. Tam da burada bir çelişki başlar. Her şeyi etiketleriz: ‘iyi-kötü’, ‘dost-düşman’ , ‘zararlı-zararsız’, ‘başarılı-başarısız’, ‘güzel-çirkin’ , ‘bizden-bizden değil’. İnsanları, nesneleri, fikirleri, hatta kendi benliğimizi bile siyah ve beyazın keskin uçlarına sıkıştırırız. Bir kategoriye uymayan mutlaka onun zıt karşılığı olan diğer kategoriye koyulmalıdır beynimizce. Oysa hayat, çoğunlukla gri tonlarda akıp gider. Siyah ve beyaz arasında kalmış kategori prangalıları ise bu renk skalasındaki bin bir çeşit renge karşı renk körü olarak devam ettirir hayatını ve bunun farkında bile olmaz.
Beynimizin bu alışkanlığı, düşünceyi hızlandırır ama derinliği kısıtlar. Yeni olanı anlamak için onu eski kalıplara sıkıştırdığımızda, gerçekten yeni olanı gözden kaçırırız. Karşımıza sıra dışı ve ezber bozan durumlar ya da insanlar çıktığında bocalarız. Bir çekmecemize sığdıramadığımız her şey ve her insan beynimizde tehlike sinyalleri çaldırır. Korkar, saldırır ya da uzaklaşırız. Bu kategorilerin çizdiği sınırların dışına çıkmadan da bu korkulardan kurtulamaz, düşünce özgürlüğüne ulaşamayız.
Asıl bilgelik, kategorileri fark edip, onları gerektiğinde esnetebilmekte saklıdır. Dünyayı düzen içinde görmek güzel; ama bazen kaosun içinde, etiketlerin ötesinde saklı hakikatleri görmek daha güzeldir.