Modern dünyanın en büyük yanılgılarından biri, eğitimi sadece okul duvarlarının içine sıkıştırmak oldu. Oysa bazı toplumlar, özellikle de Kuzey Amerika Kızılderilileri, yüzyıllar boyunca eğitimi yaşamın doğal bir parçası hâline getirerek çocuk yetiştirme konusunda olağanüstü yöntemler geliştirdiler. Bugün bu yöntemlere baktığımızda, çoğunun psikoloji biliminin yeni yeni doğruladığı ilkelerle şaşırtıcı biçimde örtüştüğünü görüyoruz. Kızılderililerde çocuk, özellikle de genç bir birey hata yaptığında yüksek sesle azarlanmazdı. Topluluğun bilgeleri, konuşmak yerine uzun bir sessizlikle çocuğun davranışını düşünmesine olanak tanırdı. Bu yöntem, aslında çocuğu suçlamadan aynayla yüzleştirme sanatıdır. Çünkü sessizlik; kişinin kendi iç sesini duyduğu, yaptığı davranışı tarttığı bir alan yaratır. Bugünün psikologları da aynı şeyi söylüyor: Yargılamadan verilen düşünme payı, en güçlü öğretmenlerden biridir. Kızılderili çocuklar için eğitim, sözcükten çok eyleme dayanırdı. Bir çocuk nasıl iz sürüleceğini, ok yapmayı, doğayı okumayı veya topluluk içinde nasıl davranılması gerektiğini gözlemleyerek öğrenirdi. İyi bir avcı olmak mı istiyor? Ustanın yanına oturur, konuşmadan izlerdi. Saygıyı öğrenmek mi istiyor? Yaşlıların davranışlarını takip ederdi. Bu yöntem, bugünkü eğitimcilerin “modelleme” adını verdiği tekniğin birebir karşılığıdır: Çocuk duyduğundan çok, gördüğünü öğrenir. Kızılderili topluluklarında yetişkinler bir çocuğun yaramazlığına ya da dikkatsizliğine abartılı tepkiler vermezdi. Çünkü onlar, küçük krizlerin hayatın olağan bir parçası olduğunu bilir; çocuğun deneyim yoluyla olgunlaşmasını beklerdi. Bu yaklaşım çocuğa şunu öğretirdi: “Hata yapabilirsin, önemli olan devam etme biçimindir.” Bugünün kaygılı ebeveynliğiyle kıyaslayınca, bu sakinlik bir lüks gibi görünüyor ama aslında çocukların özgüvenini kökten besleyen bir yöntem. Kızılderili kültüründe çocuğa çok erken yaşta öğretilen en önemli değerlerden biri, sözün ağırlığıdır. Bir çocuk “Yapacağım” dediğinde, bundan geri dönmesi hoş karşılanmazdı. Çünkü söz vermek, sadece bir niyet beyanı değil, topluluğa karşı verilen bir taahhüttü. Bugünün hızla tüketilen ilişkilerinde en çok kaybettiğimiz şey belki de bu: Sözün saygınlığı. Kızılderili toplulukları çocukları “bir kalıba sokulacak birey” değil, “kendi yolunu bulacak bir ruh” olarak görürdü. Kimisi iyi bir iz sürücü olurdu, kimisi şifacı, kimisi de müzisyen. Kimse herkesin aynı olmasını beklemezdi. Bu anlayış, günümüz eğitim sistemlerinin hâlâ başaramadığı bir şey: Çocuğu kendi potansiyeliyle tanıştırmak. Kızılderililerin eğitim felsefesi, çocuk yetiştirmenin bir yarış değil, bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor bize. Sessizliğin, gözlemin, sabrın, örnek olmanın ve doğayla uyumlu bir yaşamın içindeki küçük dersleri fark etmeye çağırıyor. Belki de bazen, geleceği daha iyi kurabilmek için geçmişin derin bilgeliğine kulak vermek gerekiyor. Ve kim bilir… Belki bir çocuğun dünyasına ulaşmanın en etkili yolu, ona soru sormadan önce biraz susmakla başlıyordur.