Radyo denen o “büyülü kutunun” icadı, bana göre Babil’den sonraki insan evladının “müzik yapma” yetisini geliştirmesi kadar önemli bir eylem oldu. Radyo yayınları, bu ortak dilin küresel çapta yaygınlaşmasında çok etkili oldu. Bugün —ahlaki, vicdani evrimini henüz tamamlayamamış insanımsılar hariç— biz insanlar için dil, din, ırk ayrımı en çok radyo sayesinde anlamsız bir detay olarak gerilerde bir yerlerde kaldı. Dünya artık tam bir radyo bahçesine dönüştü ve Açık Radyo da bu bahçenin en güzel, en lezzetli meyvelerini 25 yıldan bugüne bizlere sunuyor.
Açık Radyo’ya gelmeden, kısaca “radyolu günlerim”den söz etmem gerekirse: Kelimelere anlam vermeye başladığım günden beri, yani yaklaşık 25 yıldır, radyo hayatımın vazgeçilmez bir parçası oldu. Gökçeali Köyü adını yeşilliklerden alıyordu. 3-5 ailenin yaşadığı o köyün Haralooğlu mevkiinde doğdum. Her sabah dinlediğimiz Saatli Maarif Takvimi’nin sayfalarından okunan mevsimsel hareketlerin hepsini günü gününe yaşardık. Bahar, bahar gibi; leyleklerle, serçelerle, börtü böcekle, yemişleriyle, çiçekleriyle gelirdi. Yaz, yaz gibi; kış, kış gibi yaşanırdı. İklim krizi henüz etkilerini göstermemişti ve eko sistem, kendi döngüsü içerisinde tüm canlılara cömertçe hizmet vermeye devam ediyordu. Biz çocuklar da doğanın bütün nimetlerinden sınırsız yararlanıyorduk.
Ağaçlardan meyve, bahçelerden sebze çalmayı; fındık bahçeleri ve dağlardaki çalı diplerinden zehirsiz mantar, fındık bahçesi yolu kenarındaki çalılardan böğürtlen, çilek toplamayı öğrendik. 1975’lerin ortalarına kadar, endemik dokusu zengin bu düşler ülkesinde, bütün canlılarla, börtü böcekle alt alta, üst üste geçen bir “çayır çimen çocukluğu” yaşadık. Köye her şey geç geldi ama her zaman bir radyomuz oldu. Kendimi bildim bileli bir radyo tutkunuyum. 1968 yılından itibaren, o günlerin tek radyosu olan TRT Ankara Radyosu programcılarının sıcacık sesleri ve dinlediğim müzikler hâlâ kulaklarımdaki, ruhumdaki büyülü yerlerini koruyor.
Evimizdeki “büyülü kutu” radyo, en yakın arkadaşımdı. Kışlar çok uzun sürer, kar yağdı mı kolay kolay erimezdi. Çoğu zaman köy okulu tatil edilirdi. Uzun kış gecelerinin biricik eğlencesi, soba başında dinlediğimiz radyo programlarıydı. Baharla birlikte, göldeki kurbağaların çılgın serenatları başlardı ve eve girme saatimiz daha geç olurdu. Ancak o zaman radyo ikinci plana düşerdi. Uzun kış gecelerinde, soba başındaki konu komşu muhabbetlerine radyodan yükselen müzikler eşlik ederdi. Ajans haberleri başlayınca muhabbete ara verilirdi genellikle.
En çok Anadolu’dan derlenmiş türküleri seslendiren “Yurttan Sesler Korosu”nu severdim. Genellikle akşam gün batımına yakın yayınlanırdı ve ben, Bulancak’taki işinden dönen babamın yolunu gözlerken kulağım da o seslerde olurdu. Gün geldi, siyah beyaz televizyonlar evimize girdi ve radyonun büyüsü bozulur gibi oldu ama ben yine de radyosunu başucundan ayırmayanlardanım.